BİK Genel Kurulu Temsilcileri Seçimi Gerçekleştirildi BİK Genel Kurulu Temsilcileri Seçimi Gerçekleştirildi

İstanbul'a en son 8 Ocak 2025 Çarşamba günü gittik, kentteşim ve Politeknik Dergisi Yayın Yönetmeni Zeynel Korkmaz'la. Günü birlikti gidişimiz; Deprem Dayanışma Konseyi'ni oluşturmak üzere İBB'nin Genel Sekreter Yardımcısı olan Av. Erdal Celal Aksoy ve Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Prof. Dr. Şükrü Ersoy Hocamızla görüşmekti amacımız. İki kentteşimizle görüşmenin sevincini yaşadık ama görüştüğümüz konunun içeriği can yakıcı bir sorun, yani deprem olduğundan kaygılı döndük Ankara'ya. Bu kaygıyla “Yedi Tepeli Şehr”e değil de her tarafı “Gökdelen Tepeli İstanbul”a mektup yazmak zorunda kalmanın da acısını duyuyorum.
Köyde doğmuş, beş yaşındayken kadim şehir Antakya'yı görmüş bir yurttaş olarak, yüzyıllarca “payitaht”lık yapmış ve adına çokça eserler üretilmiş, “Boğaz”ı ve “Altınboynuz”uyla Dünya'da tanınan bir şehir olan İstanbul'la ilk tanışmam 1977'de gerçekleşmiştir. İstanbul ve 1977 yılı, derin belleğimde iki olayla iz bırakmıştır. 17 yaşında bir genç olarak büyük bir heyecan ve coşkuyla  ilk kez katıldığım 1 Mayıs'ta Taksim'e giren işçi-emekçilerin bayram sevinci-coşkusu katliamla bastırılmıştır. Bu katliam, hem Türkiye'nin siyasi tarihi açısından hem de emeğin başkenti İstanbul açısından unutulmaz bir yara açmıştır. Güzel ülkemizin emeğin sömürü ve zulümden kurtuluşuyla daha da güzelleşeceği günlerin önüne geçmek için yapılan bu katliamın planlayıcılarından ve uygulayıcılarından hesap sorul(a)madığından bu kanayan yara 48 yıldır kapanmamıştır. Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından çok önemli olduğu gibi kişisel tarihim açısından da büyük bir travmadır. Bu travmanın mutlaka aşılmasının gerektiğini düşünürüm. Aynı yıl İstanbul'un derin belleğime ikinci kez kazınmasının nedeni, haziranda üniversite sınavına Kurtuluş semtinde girmemdir. Bu nedenle üç kaldığım İstanbul'da evini bana açan akrabamız Niyazi Gündüz Ağabey'i de saygıyla anmak isterim. Kendisi o zaman öğretmendi, daha sonra inşaat mühendisi oldu ve Beyoğlu Belediyesi'nde uzun yıllar çalıştı. Onunla birlikte Pangaltı ve Şişli'yi gördüm, İstanbul Boğazı'nda tekneyle gezi yaptım, Topkapı Sarayı Müzesi'ni gördüm. Evine yakın yerdeki Kayseri kökenli bakkal Agop'tan ekmek aldım, böylece ilk kez bir Ermeni yurttaşla tanışıp sohbet ettim. Niyazi Ağabey'le de çok iyi arkadaş olduklarını öğrendim. Farklı kültürlerden insanların iç içe yaşadığı Hatay'dan geldiğim için buna çok sevindim. O yıl, büyük şehir ama Boğaz'daki doğal ve kültürel güzelliklerini koruyan İstanbul'u hiç unutmuyorum. “Hani zaman tünelinde sanal değil de gerçekten yolculuk yapma olanağını bulmuş olsaydık, cama betona boğulmuş ve depremle batacak İstanbul kaosundan kurtulur muyduk?” diye soruyorum kendime ve herkese…
    Çocukluğumun geçtiği 1960'lı yılların sonunda Hatice teyzemin oğlu Mehmet Şeren Ağabey İstanbul'a üniversite okumak için gitmişti. Yaz tatilinde köye geldiğinde İstanbul anılarını ballandırarak anlatırken üniversite gençliğinin eylemlerinden de söz etmişti. İlkokul öğrencisiydim ve “devrim, sosyalizm” sözcükleriyle ilk kez karşılaşmıştım. O zaman büyüklerimiz kendisine Deniz Gezmiş'i sormuşlar ve anlatılanları can kulağıyla dinlemişlerdi. Ben de patronlardan alıp yoksullara veren destan kahramanı gibi dinlemiştim. 1974 sonrası lise yıllarımda sosyalist siyasetin içine girmemde ve çubuğu hep işçi sınıfı-sosyalizm mücadelesinden yana bükerek bugünlere gelmemde, çocukken dinlediğim bu anlatıların payının büyük olduğunun altını çizmeliyim. Diğer yandan Sadık amcamın eşi Feriha Ablamız Çanakkaleliydi. Doğup büyüdüğü bölgenin ağzıyla konuşurdu ve anlattığı kimi hikayelerle ilgimizi çekerdi. Bir gün onun kardeşi Hayriye Teyze İstanbul'dan yanlarına gelmişti. Erenköy, Kadıköy, adalarla ilgili anlattığı güzellikleri dinlerken onunla sinemaları, tiyatroları, konser salonlarını, fayton gezilerini, balıkçıları, Çamlıca'yı çocuk gözlerimizle dolaşırdık. Daha sonra kuzenler olarak biz İstanbul'a nasıl gideriz diye düşünür, hayaller kurardık. “Taşı toprağı altın” olan İstanbul'a göçün giderek yoğunlaştığı, büyük fabrikaların işçilerle dolduğu bu kadim şehirde 15-16 Haziran Direnişi gerçekleştiğinde ben ilkokulu bitirmiştim. O zaman tek radyo vardı ve TRT'den DİSK Başkanı Kemal Türkler'in gür sesiyle yaptığı açıklamanın içeriğini pek anlamasam da polisin ve askerin kurduğu barikatları işçilerin aşmasından hükümetin korktuğunu babam anlatmıştı. Şimdi düşünüyorum da, o yıllarda köylüler evlerinde, kahvelerinde, bahçe ve tarlalarında bir araya geldiğinde radyodan duydukları haberleri birbirlerine anlatır, kendi aralarında değerlendirirlerdi. Bu, her toplum kesiminde bir duyarlık, politikleşmede yaratırdı. Şimdilerde bu kadar çok radyo, televizyon, internet siteleri varken, o duyarlık yok. Niye acaba?
    1978'de Ankara'ya üniversite öğrencisi olarak geldim. Büyükşehirde yaşamanın zorlukları yanında güzelliklerini de doya doya yaşadım. Kızılay Zafer Çarşısı, Ankara'dan öğretmen olarak Trabzon'a gidinceye kadar edebiyat-sanat dünyasından arkadaşlarımızla, Hatay'dan gelen yakınlarımızla buluştuğumuz yerdi. Burada sahaflık yapan köylümüz Selim Sevim Ağabey'in tezgahı, bizim “hayme”mizdi. Burada özlemler giderilir, acılar ve sevinçler paylaşılır, tanıdıkların hastane ve devlet kurumlarındaki işleri takip edilirdi. Köydeki yakınlarıma ve arkadaşlarıma buradan satranç takımları, çocuklara legolar götürürdüm. Kırsalda bulamadıkları kitapları isteyen arkadaşlarımıza eski kitaplar gönderirdik. İşte bu kültür-sanat ve politik mücadelenin içinde harmanlanan bir genç sosyalist olarak, sanıyorum 1980 1 Mayıs'ını DİSK İzmit'te kutlama kararı almıştı ve Ankara'dan otobüsler dolusu arkadaşımızla ben de mitinge gitmiştim. 12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde katıldığım son kitlesel miting olmuştu. Sendika kortejleri, siyasi partilerin coşkulu gösterileri, gençlik örgütlerinin slogan yarışları arasında alana vardığımızda Abdullah Baştürk konuşmaya başlamıştı. İşçi sınıfıyla bu denli iç içe olmanın coşku ve heyecanını tattığım 20 yaşımı, bugün olgunlaşmış sınıf bilinciyle yürekten selamlıyorum. Mitingden sonra arkadaşlarımız otobüslerle Ankara'ya dönerken, birkaç arkadaşımızla İstanbul'a gitmiştik. Bu işçi sınıfının başkentini ilk kez 17 yaşında 1 Mayıs Mitingi'ne katıldığımda görmüştüm. Bir ay sonra da üniversite sınavına girdiğimde gezmiştim. Üç arkadaş olarak 1980 1 Mayıs'ını İzmit'te coşkuyla kutladıktan sonra üç yıl önce sermaye düzeninin katliamıyla yok edilen işçi-emekçilerimizi anmak üzere Taksim'e gittik. Akşam kararmak üzereydi ama her taraf polis kaynamaktaydı. Biz anıtın önünde yüzümüzü Kazancı yokuşuna dönerek anmamızı yapmıştık. O zaman, “Ey Koca İstanbul! Senin işçi meydanında dökülen emekçilerin kanıyla Türkiye işçi sınıfının eşitlik ve özgürlüğünü kazanacağı güzel günlerin şafağını attıracağımız günler için söz veriyoruz. Barbarlığa karşı sosyalizm!” demiştik. 
    Bu sözümüzün üzerinde 45 yıl geçti. Bu arada defalarca İstanbul'a gittim. Her gittiğimde farklı semtlerini, kütüphanelerini, üniversitelerini, müzelerini tanıdım. Özellikle 1989'da Aşiyan'da Tevfik Fikret'in müze evini gezerken, Türkiye aydınlanmasının önemli eğitimcisi ve sanatçısının atmosferine tanık oldum. Beyazıt Kütüphanesi'nde kentteşim Arif Okay'la gazete ve dergi taramaları yaptım. Oradaki sahaflar çarşısında Çerkez Karadağ Ağabey'den kitaplar aldım. Mısır Çarşısı'nın önündeki büyük patlamaya tanık oldum. Yürüyüşlere, mitinglere katıldım. Uzun yıllar yasaklanan Taksim'de kitlesel ilk 1 Mayıs kutlaması 2010'da yapılmıştı sanırım. Trabzon'dan dostum sevgili Tahir Bacı'yla birlikte Taksim'e çıkmış, işçi sınıfımızı selamlamıştık. Tekerlekli sandalyesiyle alana giren Vedat Türkali'yle kucaklaşmıştık. Tarihin tekerleği dönüyordu ve rüzgar işçiden yana esiyordu. Türkiye işçi sınıfının siyasal öncüleri, ne yazık ki bu rüzgarı toplumsal kurtuluşa, Türkiye'nin tam bağımsızlığına dönüştürecek aklı ve örgütlülüğü bir türlü gerçekleştiremediler bu süreçte. Önümüzdeki süreç, “uluslararası şirketlerin faşizmi” olarak Dünya'yı büyük tehlikeye, savaşa sokacak kadar çıldırmış emperyalist devletlerin öne çıktığını gösteriyor. Elon Musk gibiler bu “uluslararası şirketlerin faşizmi”nin başat örnekleri. Dünyanın her tarafındaki faşist hareketleri destekliyorlar. Ülkemizde egemen olanlar da onların uzantıları değil mi? Onun için işçi sınıfımızın başkenti İstanbul'a büyük görev düşüyor. Daha fazla gecikmeden üreten ve yaratan işçi ve emekçilere sesleniyorum. Sınıfınızın ve ülkemizin kaderi sizlerin ellerinde ve tez elden özgür ve eşit bir ülkenin kaderini dayanışmayla örün. 
    Şimdi başa dönüyorum. İstanbul'un kaderi, Türkiye'nin kaderi konumunda. “Taşı toprağı altın” olmaktan çıkan bu metropolden tersine göç başladığı söylense de, gerek fiziki gerekse sosyo-ekonomik açıdan taşıyamayacağı kadar şişmiş olan İstanbul'un, genel olarak Marmara'nın ülke ekonomisinin beyni haline gelmesi nedeniyle büyük bir deprem yıkımıyla karşılaşmasının kaçınılmaz olduğu yıllardır dile getirilmekle birlikte devlet tarafından büyük çözüm üretme anlamında ciddi bir adım atılmamış olması akla, vicdana ziyandır. İstanbul'dan Ankara'ya kaygıyla dönmemizin nedeni de buydu zaten. Yapılmayanları sürekli afişe eden ve yapılması gerekenleri sürekli ülke gündeminde tutarak genel ve yerel yönetimler üzerinde tüm toplumu, bilim dünyasını temsiliyet düzeyi yüksek bir Deprem Dayanışma Konseyi'nin kurulması için altı ayı aşkındır kurum, kuruluş, sendika, dernek, oda ve bilim insanlarının kapılarını çalmamızın gerekçesini anlatmamıza ihtiyaç var mı artık? 
    Biz, 6 ve 20 Şubat 2023 depremlerinde en büyük yıkıma uğra(tıl)mış Antakya'da, depremin 2. Yıldönümünde kaybettiğimiz tüm canları anma ve taleplerimizi dile getirmek üzere yola çıkmaya hazırlanırken, bir zamanların “Aziz İstanbul”unun “Aciz İstanbul”a daha fazla dönüştürülmemesi için buradan herkese sesleniyorum: “İst(enmeyeni) An(ında) Bul”manın vakti çoktan gelmiş ve geçmek üzere… Bu treni de kaçırırsanız doğa ana hiçbirimizi başta İstanbul olmak üzere tüm yeryüzü için affetmeyecek…  
 Müslüm Kabadayı       
   

Editör: Nezahat Fırıncıoğulları